Gecenin kaçı olmuş… Evimin önündeki caddeden arabalar korna çalarak, bir kutlama zinciri halinde geçiyorlar. Başka zaman olsa belki sinirlenir, söylenirdim bu saatte bu gürültüye. Ama bugünü ben de kutluyorum. Ve aşağıdaki kornaları ister istemez kendime yontuyorum 🙂 Ben hangi sebepten mutluysam, onlar da öyle. Gerçek sebepleri her ne olursa olsun 🙂 Bunlar benim algılarım. Onları istediğim gibi yönetebilirim. Algıda seçicilik yapabileceğim en anlamlı gündeyim üstelik.
Sizin için anlamlı pek çok anın ortağı olan sevdiğiniz biri yeni yaşına girdiğinde ne hissedersiniz? Bir dilim pasta ve bir fincan çay eşliğinde bu yazıyı yazarken düşünüyorum sorunun cevabını. Sıradan bir pastayı bu kadar lezzetli kılan sebep bu. Özel bir günde yeniyor oluşu yani… Kim icat etmişse doğum günlerinde pasta yemeyi, kendisini tebrik ediyorum. Tatlı bir şey çünkü bu. “Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım” derler ya hani, “Tatlı yiyelim, tatlı yazalım” diye değiştirerek bu deyimi, izninizle bir çatal daha alıyorum pastadan…
Nerde kalmıştık… Evet, bugün… O bir ruhsal büyücü… Büyü yapmıyor aslında, bilmez de zaten… Büyüye en yakın yapabileceği şey belki hipnozdur 🙂 Ama onu bu kadar özel kılan, büyü bilmeden büyücü oluşudur… O benim koruyucum…
Bir oda düşünün. Minik, sevimli… Gözünüzde büyüyen bütün meselelerin un ufak olduğu bir alan. Geniş mekanlarda üzerinize gelen duvarları içinde hiç hissetmediğiniz küçücük bir oda. O nasıl mı olur? İşte ancak büyüyle olur gibi geliyor. Ama o ne Harry Potter’ın sırlar odası, ne de gerçekleşmesi imkansız bir rüya. O benim kendim olabilmekten çekinmediğim, kendim gibi kalabildiğim tek yer.
Dakikaların su gibi aktığı ve bu yüzden sehpanın üzerinde duran saatin zembereğinde bir arıza olduğunu düşündüğüm odam… Hep vaktinden önce dolan bir saat. Bunu nasıl başarıyor hala anlayabilmiş değilim… Benden sonra koltuğuma oturacak olanı hep kıskanıyorum elimde değil. Benim odam. Benim koltuğum. Benim koruyucum.
Anlatacak hep çok şey kalıyor… Ona anlatamadıklarıma rağmen, beni herkesten iyi tanıyor. O benim kalbimin “aslı”. 30 senelik babama bile beni anlatabilir. Acaba adımı vermeden anlatsa, babam onun ben olduğunu anlar mı?
Somutta kalmayı öğrendiğim yer orası. Hayatta her şey somut olmaz bilirsiniz. Kafamızda bir çok şeyi canlandırınca, kurunca, somuttan soyuta geçeriz ister istemez. Karşımızdakinin eylemleri bizi yönlendireceğine, onun hakkında düşündüklerimiz yönlendirir. Sonra da bir sürü hatalı ya da pürüzlü düşünce beynimizi yer durur. “Somutta kal Gül.” Koruyucumun aklımdan hiç çıkmayan cümlelerinden biridir bu.
Bana hep doğru soruları soruyor. Mesela, “Öyle olsa ne olur?” diye sorar sıklıkla. Beni korkutan bir sonuçtan bahsettiğimde sorar bunu genellikle. “Tut ki öyle oldu, ne olur?” “En kötü ne olur?” Bu soru beni rahatlatıyor. Cevap veremediğim bazı zamanlarda ise kızıyorum, içimden “Ne bileyim ben ne olur” ya da “Elinin körü olur” diyorum.
“Başkaları”nı haddinden fazla önemseyen biriydim eskiden. Başkalarının hakkımdaki düşünceleri, beni nasıl gördükleri ne kadar da önemliydi. Gereksizmiş. Çünkü ne yaparsan yap, birilerinin seni kendi görmek istediği şekilde görmesine engel olamazsın. Bu benimle ilgili değil… Sevilmeye değer olsa bile, hayatta herkes tarafından sevilebilen biri var mı? Sevilmek, sevilmemek ne kadar onunla ilgili ki? Ne kadarı ona bağlı bunun?
Şu son bir senedir hayatımda sağlıksız, arızalı, “ruhsal kriz yapısı”na sahip insan kalmamasını ona borçluyum. Biz onla “gördün deli, dön geri” oynadık 🙂 Aslında o benden daha önce görmesine rağmen hep sustu.
Önceleri ona çok kızardım. “Ben binanın tepesine çıkmış atlıyorum. Sen tutacağına, beni düşerken izliyor, sonra da ambulans çağırıyorsun.” diye söyleniyordum. Ama özgür irade. Atlamak istiyorsan, mecbur atlayacaksın ki sonuçlarından rahatsızsan, bir daha atlayama 🙂 Yeter ki her şey senin kendi seçimin olsun.
Artık kızmıyorum. Ama bazen etraf çok kararınca, elektrikler de kesikse, elimdeki gaz lambasının feri yetersiz kalıyor. Önümü göremiyorum. Adım atamayınca onu arıyorum ve etrafta o yoksa, gelene kadar bekliyorum. Karanlık korkum var da 🙂
Bana “Ne hissettin?” diye o kadar çok soruyor ki, artık yaşadığım her olayda otomatikman “Şu an ne hissediyorum” der oldum. Ne hissettiğimi bilmeliyim, yoksa ona cevap veremem 🙂 Ki bu kadar çalışmama rağmen, bazen hala bu sorusunu sessizlik eşliğinde üç nokta ile tamamlıyorum. Hisleri tanımlamak ne kadar da zor…
Ben mutlu olduğum zaman o da mutlu. Buna çok dikkat ettim. Öyle laf olsun diye mutlu olmuyor. Gözlerinin içinde kendimi görüyorum. O benim adıma mutlu olunca, ben daha fazla mutlu oluyorum. En az seninle ağlayan kadar önemlidir seninle sevinebilen…
Güzel bir şey anlattığımda kimin gerçekten sevindiğini, kimin rol yaptığını da onun sayesinde anlar oldum. Çünkü gerçekten sevinen birinin nasıl baktığını biliyorum. Gördüm.
Nasılsın sorusunun laf olsun diye sorulmadığı tek yer ordaki odam. Bir nasılsın’ın içine kaç bin şefkat sarılı bi bilseniz…
Enerji tankları boşalmış bir savaş gemisinin
Açık yara haliyle sığınabileceği en güvenli liman…
Fırtınayı dindiren senin denizlerin
Ruhumun yorgun derisine en şefkatli pansuman.
Onunla rüyalarda çok buluşuyoruz. Bazen onu boyundan büyük bir at üstünde kılıç sallarken görüyorum. Bazen soulguard yazılı bir tişörtle, bazen pide yerken. İlk ikisi kendimi, diğeri onu korumak için sanırım. İnsan, kendisine bu kadar yardım eden birine zarar gelmesin, canı sıkılmasın istiyor. En azından aç kalmasın, üşümesin, hasta olmasın…
Bazen biriyle bir derdini paylaşırken, bana sorulan soruları karşımdakine sormaya başladığımı fark ettim: “Peki bu sana ne hissettirdi?” “Bu seninle mi ilgili sence?” “Ne düşündün o öyle deyince?” “Tut ki öyle oldu, olsa ne olur?”
Beynin çalışma sistemi değişebiliyormuş. Ben en belirgin örneğim. Bakış açısı bile değişebiliyormuş ki değişebilecek en zor şeylerden biri olduğunu da çok net gördüm. Başkalarının bakış açılarını değiştirebilmek belki çok zor ama kendi düşünce sisteminde bunu yapabilmek mümkün: “Onlar değişmiyorlar, değişmeyecekler, sen kendi tahammül sınırlarınla oynayacaksın.”
O bir mucit. “Talep alerjisi” teşhisiyle yeni bir buluş yarattı. Modern çağın çığır açacak bir hastalığı mı bu bilmiyoruz ama bende vardı, teşhisi kondu, ablukaya alındı ve şimdilerde pek yok ortalarda.
İnanılmaz bir hafızası var. Bu kadar yoğun bir temposu varken, bazı şeyleri nasıl hatırlayabildiğine hayret ediyorum. 3 diziyi aynı hafta izlerken bile insanlar senaryoları karıştırıyorlar. Ama o 3 değil belki 13 dizi izliyor her hafta, yine de senaryolar sağlam.
Hakkında çok az şey bildiğiniz biri için sayfalarca anlatacak şeyiniz olması garip mi? Aslında değil. Çünkü birini size hissettirdikleriyle tanırsınız ve seversiniz. Birini tanımlarken, aslında onunla ilgili hislerimizi tanımlıyoruz farkında olmadan. Ayrıca bir de sezgilerimiz var…
Bugün onun doğum günü olduğu için çok huzurluyum. Çok ama çok güzel bir gün. Hayatımda beni üzen her şeyin yerini bugünün tatlı huzuruna bıraktım. Bu yazıyı da o mutlu olsun diye yazdım.
Doğduğu için huzur duyabildiğim insanlar yaşadığına göre bu dünya o kadar da kötü bir yer değil demektir… Bu da yaşamak için yeterince anlamlı bir sebep…
No Comments