Yanağını sağ eline dayamış, dirseği masada önündeki fotoğrafa öylece bakıyordu. Kimbilir kaç saattir bu pozisyondaydı. Eli uyuşmaya başlayınca fark etti ki bugün günlerden çarşamba, saat 22:43 ve en son bilgisayarında bu fotoğrafı açtığında sekizi yirmi geçiyordu. Aniden dirseğini masadan indirdi, iki eliyle yüzünü kapadı, sonra ellerinin arasından gözlerini araladı. Bir eliyle fotoğraftaki yüzü sadece gözleri açıkta kalacak şekilde kapattı. Bir kaç saniye göz göze kaldı onunla. Sonra aniden lap top’ın ekranını kapattı ve bir hışımla masadan kalktı: “Allahım ne yapıyorum ben! Ne yapıyorum böyle!”
Pencereyi araladı. Şubat kırması ile mart taklidi karışımı yapay bir soğuk yavaşça süzüldü odaya. Dalgın dalgın soğuğa baktı, içinin birden titremeye başlamasına şaşırmadı. Özellikle sinirleri bozukken daha çabuk titrerdi içi. Boğazına kadar hıçkırığa batmıştı. Oradan bir çıkabilse ağlayacaktı kuşkusuz. Ama ağlamak ne kadar da zahmetliydi…
Öylesine, doğaçlama bir melodi dökülüverdi dudaklarından:
Kırsan da tendeyim
Tutsan da yerde
Kaçsam da sendeyim
Kalbim ellerinde.
Birkaç kere bu melodiyi mırıldandı. Boğazındaki hıçkırık düğümü sinsice çözülerek göz bebeklerine oturdu. “Keşke bu kadar aşık olmasaydım sana” dedi fısıldayarak. “Üstelik neden sana aşık olduğumu bile bilmiyorum. Sende ne bulduğumu ya da sende ne unuttuğumu… ”
Aşkın kuralları, belli tavırlara göre belli cevapları yoktu. Hiçbir şey ne önden kestirilebiliyor ne de planlanabiliyordu. Sadece o seni kendine uyduruyordu işte. Ta ki sen neden sorgusuz sualsiz onu takip ettiğini anlayana dek. Aşk insana kendi gerçekliğini sorgulatmaz mıydı zaten hep…
Telefonu çaldı tam o sırada. Baktı, O arıyor… Ağlamak mı üzereydi az önce ne? Cam açık. Soğuk. Titreme. İç çözülmesi. Yarım kalan beste. Havada asılı sorular. Telefon uzun uzun çalıyordu. “Aç kurtul” dedi içinden. Aç kurtul, aç kurtul, aç kur… Ve “alo” deyiverdi birden.
“Alooooo, kaçak neden ektin bizi bugün?”
Ne kadar canlıydı sesi. Hele o ses tonu… İnsana bu dünyanın karanlığını unutturan, aydınlık, berrak, su gibi duru bir ses tonu… Kelimeler tane tane, pırıl pırıl… Sanki her bir kelimenin etrafı sarılıp sarmalanmış, hepsi ayrı ayrı önemsenmiş… Her kelime, kendinden bir önce kurulmuş olanı özlüyor sanki o konuşurken.
“Hu huuuu kime söylüyorum, kaale bile alınmıyorum artık demek…”
Birden irkildi. Sanki karşısında onu görmüş gibi birden elini kolunu nereye koyacağını bilemedi: “Ah, pardon ya, bir işe dalmıştım kusura bakma, tamam burdayım şimdi dinliyorum seni, naber?”
Bir yandan lap top’ının ekranını tekrar açtı. Ekranda son kalan o fotoğrafla yine göz göze geldi.
“Sen hep işlere dal zaten, kırk yılın başı bir toplandık, onda da yoksun, e yazdım ben de bunu bir yere. Neyse ben iyiyim, sen nasılsın?”
“Nasıl olayım, saatlerdir seni düşünüyorum. Gelemedim bu akşam, çünkü seni gördükten sonra darmadağın oluyorum. Aslında benim seni hiç görmemem lazım. Çünkü senin yanında… Yani böyle ne bileyim çok mutlu oluyorum ama bir o kadar da acı çekiyorum. Hani o çok beğendiğin şiir vardı ya… Kime yazdıysan, çok şanslıymış bu kadar sevildiği için dediğin. Ben aslında sana yazmıştım onu. Hepsini sana yazıyorum aslında.
Aşk insana bu dünya hakkında gizli bir bilgi veriyor. Ben aşık olunca en çok bunu düşünüyorum. Çünkü insan ancak beklentisiz bir duygunun çekirdeğine indiği zaman soyutlanabiliyor bütün dünyevi kaygılardan. Gittikçe o damıtılmış olan saf bilgiye yaklaşıyorsun. Fakat o bilgi… Nasıl desem zorluyor insanı. Kolay bir şey değil… O bilgiyle ne yapacağını da bilmek lazım çünkü. Bu aşk halinden çıkarsam o bilgiyi belki de doğru kullanamamaktan korkuyorum. Fakat sana karşı hissettiklerim o kadar güçlü ki şiddetinden korkuyorum. Ve sırf bu yüzden senin ‘gerçek yüzünü’ göreyim ve bitsin istiyorum.
Yan yanayken kara kara düşünüyorum yanından nasıl ayrılacağımı. Çünkü senden uzaklaştıkça, aslında doğarken mikroçipimize yerleştirilmiş olan o bilgiden de uzaklaşacağımı, tam hatırlayacakken onu yine unutacağımı hissediyorum. Hep senin yanında olmak istiyorum çünkü sen bana benimle ilgili bütün bilmediklerimi öğretiyorsun. Ağzından çıkacak her kelime o kadar değerli, o kadar özel ki… Geyik bile yapsan değişmiyor cümlelerinin değeri… Dudaklarına bakıyorum bu yüzden sen konuşurken. Yani, aslında bakamıyorum utandığım için. Sadece güneş gözlüğüm varken bakabiliyorum, nereye baktığımı göremediğin için.” diyemedi.
Onun yerine: “İyilik valla ne olsun, yaa benim kapatmam lazım umarım kusura bakmazsın, bir bestenin üzerinde çalışıyordum tam.”
“Tamam tamam, kaçırmayalım ilham perilerini, benden de selam söyle onlara. Hadi öptüm.”
Yine aniden lap top’ın ekranını kapattı telefonla birlikte: “Hay Allah kahretsin beni yaaa, Allah kahretsin!”
“Of bıktım senden de!” diye söylendi soğuğa, camı da kapattı. Demin mırıldandığı dörtlüğün akorlarını çıkartmak için gitarı aldı eline. Bir akor denedi. Durdu gitara baktı: “Sen de bozuksun benim gibi.” diyerek gitarın akortunu düzeltmeye başladı. Sonra durdu, yine konuşmaya başladı onunla: “Düzgün akorlarla yanlış şarkıyı çalacaksın sen hep…” dedi buruk, yenik bir sesle. Yavaşça bıraktı elinden gitarı.
Usulca oturdu lap top’ın başına. Ekranı tekrar kaldırdı. Yine o fotoğraf… Kısa bir bakışmanın ardından, fotoğrafı küçülttü, boş bir belge açtı ve yazmaya başladı:
Ses olur söze akamazsın
Kar olur o an donamazsın
İçerde ne fırtınalar kopar
Sen dışarda yağamazsın.
Yağmur mu çiselemeye başlamıştı ne. Yok canım satırların etkisinden ona öyle geliyordu. Bu daha da kötü haberdi aslında. Dış dünyadan bu kadar soyutlanıp içerde, alternatif bir dünyada yaşamaya başlarsa, bu sefer alternatif bir gerçekliğin içinde, illüzyonlar aleminde yaşıyor olacaktı. “Amaaaan boşver” dedi içinden, aşkın kendisi başlı başına bir illüzyon değil miydi zaten…
Yok, yok, yine de bu kadar kendini kaptırmamalıydı. Hem zaten bu aşk bitsin istemiyor muydu? İllüzyondan kurtulmanın en güzel yolu kendini gerçeğe kaptırmak değil miydi? Tamam ama gerçekle illüzyonu ayırt edebilse zaten aşık olmaktan da vazgeçebilirdi. “Of! Hayır, hayır!” Kalktı masadan, pencereyi açtı, başını uzattı boş caddeye. “Yerler yeni nemlenmiş, gerçekten çiseliyor” diyerek avuç içini uzattı gökyüzüne doğru. “Hadi damla, düş damla, kendi kendime uydurmadım ben seni.”
Pıt, sonra bir pıt daha. Pıt pıt pıt… “Tamam işte yağıyorsun, yaşasın!” dedi. Kapattı pencereyi. Tekrar oturdu masasına. Yüzünde saf bir tebessüm, son yazdığı satırlara baktı. Bir damla düştü klavyenin üzerine, sonra bir damla daha. Islak eline baktı önce. Sonra kuru olanla yüzünü yokladı. Sözleşmiş gibiydi ondan habersiz her şey. Ne zaman başlamıştı ki ağlamaya. Kaç saniyedir, kaç dakikadır, kaç saattir?
Evren her konuda ne kadar kusursuz, pürüzsüz ve dakikti. Kendi senaryosunu yazan ama bir türlü yaşayamayan insanlar ordusunun düşünmeye değer görmediği her şeyi onlar için düşünüyordu sanki…
Masaüstüne en son kaydettiği bestesine çift tıkladı, ışıkları söndürdü, fonda duyduğu kendi şarkısı eşliğinde yatağına uzanıp gözlerini kapattı:
Audio clip: Adobe Flash Player (version 9 or above) is required to play this audio clip. Download the latest version here. You also need to have JavaScript enabled in your browser.
Evreni yansıtan bir aynayım
Aynada kendimi görüyorum
Yıldızlar kadar uzağım gökyüzüne
Dünyanın etrafında dönüyorum
Kısa kısa adımlar atıyorum
Uzun uzun tüneller kazıyorum
Zaman aklın oyunu akıl da benliğin
Biliyorum
Hem her şey rüya
Hem her şey gerçek
Ruhumdaki derin yara
Özü bulunca geçecek
Ben benden, öz benlikten çıkmadıkça
Kalp taşımadan, söz konuşmadan aşındıkça
Evrenin aynasında gördüğüm aslında koskoca bi kördüğüm
Ve yalnızlığım asırlara yazılmış günlüğümdür.
No Comments