Ümit Kuzer

 [box] VİRÜS 🙂 [/box]

Yine, Türkiye’deki müziği ileriye taşımak adına çok değerli katkılarda bulunan bir müzisyenle yollarımız kesişti… Yine bir besteci, aranjör, prodüktör, icracı… Fakat bu sefer kendi istediklerini yapmak ve müzikaliteyi üst seviyelere taşımak için endüstrinin içinde yer almamayı bilinçli bir tercihle reddeden bir müzisyenle birlikteyiz… Elektronik müziğin Türkiye’deki öncülerinden biri Ümit Kuzer.

Müzik yaşamına aldığı özel piyano dersleri ile adım atmış çocukluk yıllarında. Elektronik müzikle ilgilenmeye başlaması ise 20’li yaşlarına rastlar: “Ailemde çeşitli tarzlarda ama ağırlıklı olarak yabancı müzik dinleniyordu. O yüzden de biraz batı müziği kulağım gelişti. Sonrasında ben elektronik ortamda bilgisayar destekli müzik yapma konularına merak sardım” diye anlatıyor Kuzer. Merak sarmanın altını çizmemiz gerek, çünkü elektronik müziğe olan merakı uğruna bazı eğitimlerini yarım bırakmış, hatta kaçmış (:

Ümit Kuzer’in asıl hayali elektronik müzik alanında düzenleme yapmakmış. Ancak, Türkçe müzikte köşelerin kapıldığı, fabrika gibi çalışan birkaç isim dışındaki kimselere düzenleme verilmediği bir dönemden bahsediyoruz. Böyle bir dönemde endüstriye kendi düzenlemeleriyle girmek için oldukça akıllıca bir yol izlemiş Kuzer ve bestelerini araç olarak kullanmış. Kendi bestelerine yaptığı düzenlemelerle dikkat çekmiş: “Esas amacım düzenleme yapmaktı. O dönem yapmış olduğu çalışmalardan, düzenlemelerden dolayı Onno Tunç’tan çok etkilenmiştim. Çünkü o batı müziğini, Türk müziğine çok güzel adapte etti. Korkunç bir müzik bilgisi vardı, tüm müzik ekollerini bir arada kullanabilen bir aranjördü. O dönemde zaten bilgisayar ortamlarında elektronik düzenleme yapmak yeni bir şeydi ve ben de beste yaparak bu duruma girmek istedim.”

Ticarî bakış açılarıyla, “en kolay ne satar”ın peşine düşen yapımcıların yer aldığı bir endüstriye hiçbir zaman dahil olmayarak; Türkiye’de dinleyicinin kulağının alışık olmadığı ya da henüz hazır olmadığı, alternatif ve daha dünya standardı bir oluşumun peşinden gitmiş Ümit Kuzer.

Şu anda, alternatif projeler üretmeye çalışan müzisyenlerin çok daha şanslı olduklarını belirtmek gerek. Çünkü Türkiye, yukarıda belirttiğimiz dönemleri geride bırakarak, artık her alternatifin yer alabildiği, daha geniş bir dinleyici ve sound portföyüne sahip. Yapımcıların en büyük söz hakkına sahip olduğu, müzik üreticilerinin yaratıcılığını kısıtlayan ve onları belirli kalıpların dışına çıkmamaya zorlayan müzik endüstrisinin şu anda çökmekte olduğunu göz önünde bulundurarak Kuzer’e kulak verelim:

“Endüstrinin çöküyor olması beni mutlu ediyor aslında. Zaten hiçbir zaman gerçekten dinleyicinin dinlemek istediği müziğe, üreten insanın da gerçekten üretmek istediğine engel oldu. Bu endüstri, arada bir filtreydi. Filtrenin kalkmasıyla demode anlayışların yok olması beni mutlu ediyor. Bunun arkasından daha farklı, dünyayla daha entegre bir sistem anlayışı yerleşecektir ve yapmak istenilenler daha rahat yapılacaktır. Belki internet ile farklı portallar oluşacaktır. Ben endüstriden memnun değildim, Türkiye’de dünya ile aynı anda ve aynı yöne doğru hareket eden bir üretimin olduğunu hiç düşünmedim. Elbette arada istisnalar var ama hiçbir zaman dinleyicinin tam olarak dinlemek istediği her şeye sahip olduğu bir müzik olgusu oluşmadı ülkemizde. Endüstri şu anda sadece dağıtım işlerini yürütüyor ve eskisi kadar müzikal işlere karışmıyor. Herkes kendi imkânları ile kaliteli işler çıkarma özgürlüğüne sahip. Yeni oluşumlar, arayışlar, ortamlar olacaktır; bekleyip göreceğiz. Benim umudum var.”

Ümit Kuzer’in sihirli kutusu, 1998 yılında Martin Cru Spencer ile birlikte kurdukları Virüs Müzik Prodüksiyon (: Spencer’ın, İngiltere’de punkrock denen dönemi yaşayan, hatta orada birçok grupta da davul çalan usta bir müzisyen olduğunu belirteyim. Virüs’te, müzikal yapımdaki teknik işlerin sorumluluğunu Spencer üstlenirken, müzikal bakış açıları da Kuzer’in sorumluluğunda. Albüm prodüksiyonlarının yanı sıra, remix, reklam ve film müziği çalışmaları da bu sihirli kutuda sürdürülmekte.

Ümit Kuzer’in, popüler müzikte albümlerine katkıda bulunduğu isimlerden bazılarını sayalım: Deniz Arcak, Seden Gürel, Sibel Tüzün, Ajda Pekkan, Eda Özülkü, Athena, Nilüfer, Umay Umay, Aylin Aslım, Sevingül Bahadır, Keremcem, Sarp, Özlem Tekin. Hatta biraz daha detaylandırarak Özlem Tekin’in 1998’de yayımlanan ikinci albümü Öz’ün bütün düzenlemelerinin Ümit Kuzer’e ait olduğunu belirteyim. Son günlerde Pickpocket isimli rock grubunun ilk albümü de Virüs Müzik Prodüksiyon yapımıyla raflardaki yerini aldı.

Bir rivayete göre, bu yapım şirketinde gece belirli vakitlerden sonra sihirli yaratıcılık iksirleri üretiliyormuş. Cam şişelerde biriktirilen bu “virüs”ler yüzünden şirketin adı Virüs olmuş!

Şaka şaka (: Şirketin adının neden virüslendiğini merak edenler için Kuzer’in cevabı söyleşimizde gizli (: Ayrıca söyleşide başka sırlarımız da var… Hadi ne duruyoruz başlayalım mı (:

– Sizin müzikte kendinize has bir tarzınız var… Klasik müzik, jazz, pop, elektronik veya rock gibi tek bir müzik türünün kalıplarına birebir uyduğunuzu söylemek zor. Müzikteki duruşunuzu sizden dinleyebilir miyiz?

– Teşekkür ederim. Ben kaliteli olan birçok tarzı beğenebiliyorum. Dolayısı ile bu beğendiğim tarzları bir arada kullanma özelliğim var, sınırlı kalmıyorum. Yenilikleri eskilerle birleştirmeyi ve ilerici olmayı da seviyorum. Alternatif soundu da beğendiğim için uygulayabileceğim fırsatlarda bunu değerlendiriyorum.

– Nedir alternatif?

– Aslında biraz sınırları zorlamak, daha deneysel olmak, kuralcı olmamak, kuralları yıkmak diyelim. Aynı stillerde eserler yapıla yapıla bir süre sonra tıkanırlar, tekrarlar başlar. Bu sefer birleşmeye başlarlar.

– Varolanın alternatifi doğmuş oluyor değil mi türler birleştiğinde: Popcaz, punkrock…

– Evet, aslında o sentez olmuş oluyor. Alternatifte daha aykırı, özgür olup dilediğinizi yapabilirsiniz, orda daha serbest atış var, bu benim hep ilgimi çekti. Ama elbette öncelikle var olan tarzları özümsemek, sonra birleştirmek lazım. Ötesinde her birleştirilen şeyle gerçek anlamda iyi bir eser ortaya çıkmıyor. Tuhafla yetinmek yeterli olmayabilir. Güzel de olması mühim.. Orijinal de olması mühim.. Tabii ki prodüktörlük vasfında elinizdeki materyal ne ise, en iyi onu ortaya nasıl çıkarıp, o yapımı nasıl patlatacağınızı hesaplarsınız. Bu nokta geniş bir perspektifle bakmanızı gerektirir.

– Ve 98’de Virüs Müzik Prodüksiyon’u kurdunuz. Şirketin adı neden virüslü (:

– Hep böyle notalı, melodili isimler konuluyordu müzik şirketlerine, biraz aykırı bir şey bulmak istedim. Bu ismi buldum, ortağım Martin Cru Spencer da beğendi ve koyduk. Aslında tuhaf ama, bu isim birçok kişiye de sevimli geliyor, duyunca gülümsüyorlar (:

– Alternatif bir müzik şirketi ismi oldu yani bu (:

– Evet (: Hani bu biraz aykırı bir isim. Örneğin ben bir bankaya gidiyorum, şirketin ismi sorulduğunda, virüsü duyunca bir gülümseme beliriyor insanlarda, sempatik geliyor. Nedendir anlamış da değilim, önce Venüs sanıyorlar, Virüs diye düzeltiyorum (:

– Virüs yayılırsa, diğerlerini de yok edebilir…

– Evet bu anlamda da kullanılabilir. Biz biraz da yurt dışı hedefli gidiyoruz, buna da dikkat ettik. Virus Music Production denildiğinde anlam değişikliği de olmamış oluyor birçok ülkede…

– Ortağınız Martin Cru Spencer ile nasıl bir araya geldiniz?

– Eskiden stüdyomuz yokken ön çalışmalarımı hazırlardım, bunları oluşturmak için stüdyolar kiralardı plak şirketleri ki sayılı birkaç stüdyo vardı ve belirli zamanlar içinde kayıtlar, mix aşaması için buluşurduk. Ekipmanımızı oraya taşır, kayıtları orada bitirirdik. Martin Cru Spencer’la Sibel Tüzün’ün ilk albüm kaydı esnasında tanıştık. Dört çalışmam vardı ve bestelerime o mix yapmıştı, hayran kalmıştım yaptığı mixlere. Daha sonra düzenlemelerini benim yaptığım Özlem Tekin’in ÖZ isimli albümünde de beraber çalıştık. İkimiz de o albümde yaptığımız işi çok beğenmiştik. Alışılagelmiş pop veya rock tarzındaki albümler dışında bir albüm oldu… O dönem, ses mühendisleri, daha çok önlerine konulanı mikslemek durumundaydılar. Martin de bundan kaçmak ve denetim aşamasında daha fazla söz sahibi olmak istiyordu. Ve derken kendi teklifimi ilettim ve stüdyomuzu oluşturduk. 12 yıldır da buradayız.

– Geçmişten bugüne Türkiye’de yapılan her tarz müziği göz önünde bulundurursak, sizce eksiklerimiz neler?

– Bir kere her şey çok hızlı yapılıyor, aceleye getiriliyor. Daha çok dünya standartlarına ulaşmak lazım. Dünya sizden bu standartları bekliyor yoksa sizi listesine dahil etmiyor. En başta da teknik olarak standartlara uyulması bekleniyor. Böyle olmadığı zaman, içindeki materyal ne olursa olsun çöpe gitme riski taşıyor. Teknik anlamda bilgisizlik, dünya standartları yolundaki adımlarımızı çok tıkadı. Çünkü bizde eğitim yoktu, yeni yeni ses mühendisliği alanı ile ilgili okullar açılmaya başlandı. Zamanında bu konuda insanlar bilgi sahibi olmadıkları için genelde kulak yolu ile gidildi. Bu durumdan kazanılmış avantajlar var ama henüz teknik olarak dünyaya açılamadık. Plak şirketleri 90’lı yıllarda sadece Türkiye sınırlarına hitap eden bir müzikal alt yapıyla dinleyiciyi köşeye sıkıştırdılar. Yani o dönemde müzisyenler aslında istediklerini yapamadılar; hep bu şirketlerin baskısı oldu. Furya denen olay oluştu.

– Ne tür baskılardı bunlar?

– Örnek vereyim; bir düzenleme yapıyorsunuz, ama siz o düzenlemede darbuka kullanmak istemiyorsunuz. Size “buna bir darbuka koyalım” dendiği anda, sizin müzikal duruşunuza karışılmış oluyor. Bu gibi sebeplerle gereksiz kalabalık içinde, birbiri ile çalışmaz formlar yan yana geldi, alakasız soundlar çıkmaya başladı, değerli ve kalıcı olmaktan uzaklaşıldı. Aslında Türkiye’deki müzikal eksiklerin oluşmasında çok faktör var, bu onların en basiti. Tabii ki kalıcı, çok değerli projeler üretenler de oldu ama sayısı fazla değil bence.

Şu anda mesela daha özgür işler çıkıyor bence ve bundan sonrası çok daha özgür olacak. Özgür çalışılınca, samimiyet de doğuyor. Artık herkes yapmak istediğini yapacak, prangalara bağlı kalmayacak müzik. Çalıştığınız yapımcının müzikal zevkleri sınırlı olabilir. Zaten şu an yapımcılar finansal olarak bir katkıda bulunamıyor gibiler yapıma, buradan kaynaklanan bir özgürlük de var. Herkes daha özgür davranabilir, ucuzlayan teknoloji ile evinde stüdyosunu kurabilir, daha rahat çalışabilir ve projelerini sonraki aşamalar için belirli bir noktaya getirebilir. Yapımcıların da gün itibarı ile daha değerli ve kalıcı projeleri öne sürmeleri ve demode anlayışı bitirmeleri gerekir elbette ki…

– Evet eskiden bir Unkapanı felsefesi vardı. Yapımcı, finansal üstünlüğüyle, müzisyenin hareket alanını kısıtlayarak belki de dinleyicinin ne dinlemesi ya da neyi sevmesi gerektiğine de karar veriyordu…

– Medyanın da biraz hataları var. Örneğin TV’de bir müzik kanalı Özlem Tekin’in ikinci albümündeki bir çalışmayı kendi yayın anlayışına çok sert bulduğu için yayınlamadı o dönemde. Kanalın bu açıklaması sanki sizin özgürlüğünüze bir kısıtlamaydı. Şu anda birçok müzik kanalı var farklı tarzlarda programları olan. Birine uymadığı takdirde şarkınızı diğerinde yayınlatma şansınız var. Radyolarda da bu oluşmaya başladı. Stiller yeni yeni ayrılmaya başladı. Örneğin rock radyosu var, elektronik müzik radyosu var. Eskiden tek bir müzik kanalı vardı ve formatına uygun müzik yapılmasını dayattı resmen. Herkes de dolayısı ile bunun peşinden gitti. Bu müziği öldürür, böyle bir şeyin peşinden gidemezsiniz. Müziğinizle özgür olamazsınız o noktada. Neyse ki bunlar artık kırılmaya başladı ve daha global bakabiliyoruz.

– O dönemin zorluklarıyla nasıl baş ettiniz, biraz anlatır mısınız?

– Çok zor bir dönemdi, yaptıklarımızı kabul ettiremiyorduk. Yatırım yapan insanın onayından geçemiyorduk ki yayınlama sürecine girelim. Bu iş fazla kaliteli lafından bıkmıştım. Kendimce bundan ödün vermemeye çalıştım. Dinleyicinin haberi yoktu ve ne sunuluyorsa yetinmek durumundaydı. Bu ülkede üretilen müziği yeterli bulamayan dinleyiciler de bu anlamda yurt dışı müziğine kaydılar. Ben de kendimce yapacağım soundu kim taşıyabilirse onlarla çalışabilmeyi hedefledim. Yurtdışı kaynaklı müzik dinleyicilerine ulaşabilmeyi, onlara Türkçe müzik dinletebilmeyi başardığımı düşünüyorum.

Türkiye’de dinleyici şu anda daha özgür. İnternet var. Belki illegal olarak müziklere ulaşmaları iyi bir şey değil ama neyin ne olduğunu tüm dünya çapında görebiliyorlar. Bir müzik mağazasında eski bir albümü, yapımı bulamasanız bile artık internette buna ulaşabiliyorsunuz. Kim, ne zaman, ne yaptı, dinleyici artık her şeyi görebiliyor. Medya da biraz buna teslim olmuş durumda. Örneğin You Tube’da çok ilgi gören bir şey hemen meydanın da ilgisini çekiyor.

– Dinleyici dünya soundlarına ulaşabildiği için mi artık daha seçici olmaya başladı? Ve belki dinleyicinin ilgisini tekrar yakalamak için de Türkiye’deki müzik soundunun kalitesi böylece yükselmiş oldu…

– Yani… Neden medyanın sunacağı ile kısıtlı kalınsın ki; orada dinleyici kendi isteği ile kendisini yönlendirebiliyor. Genellikle insanlar bilgisayardan dinliyorlar müziği. Bunun da iyi ve kötü tarafları var. Dikkat ederseniz bir dönem herkesin hayali evinde bir müzik setinin olmasıydı. Özellikle 90’larda inanılmaz rakamlara müzik setleri satıldı. Eskiden plaklar, kasetler vardı. Plak inanılmaz güzel bir sesti. Derken CD Player’lar çıktı ve dijital platformlara taşındı bu durum. Fakat insanlar birdenbire ekranlara (plazma, LCD TV) saldırmaya başladı günümüzde. Yani müziği her şekilde bu ekranlardan da dinleyebilecekleri bir durum oluşunca o müzik setleri kaybolmaya başladı. Oysa eskiden bu setler sayesinde insanlar stüdyo soundunu doğru duyabiliyorlardı. Bizim şimdi yaptığımız soundlar bu ekranlardan doğru yansımıyor. Mp3’den de rahatsızız, gerçek boyutu vermiyor bu insanlara, kötü bir format bu. Ben cızırtı dinlediklerini düşünüyorum. Kendi çalışmalarımı bile internet ortamında dinlediğim zaman inanamıyorum.

– Bu hayal kırıklığı olsa gerek…

– Aynen öyle… Nasıl rahatsız olmuyorlar bilmiyorum. İnsanın kulağını eğitmesi gerekiyor. Mp3 dinleyerek müzikte çok önemli bir boyutu kaçırıyorlar, çok yazık… CD alarak müzik dinlemelerini tavsiye ederim. Çünkü bu bizden çıkan en yüksek format. Başka türlü kim neyi nasıl yapıyor görme şansları yok.

Örneğin dünyaca ünlü bir ses mühendisine soruyorlar, “Çalışmalarınızı Mp3’e göre nasıl adapte ettiniz?” diye. “Bana ne bundan” diyor adam; “Ben yaptığım çalışmayı en yüksek standartlara endekslerim, Mp3 dinleyenler elbette ki bu standartlarda asla duyamazlar, onların bileceği iş…”
Bu iyi bir şey olmadı. Ben bu dönemi geçiş kabul ediyorum. Endüstri standartlarında müzik dinlemeye dönülmesini umut ediyorum.

– Türkiye’de, müzik alanında sizce bir dünya starı var mı?

– Birçok Türk şarkıcıyı dünyada zaten dinliyorlar ama bunların star olarak sunulması ile ilgili hatalar var. Eksikler var.

Burada aslında global çalışmak lazım. Yani yabancı şirketlerle birlikte adımlar atmamız gerekiyor. Dünya pazarı için başka bir dünya devi ile anlaşmak gerekiyor. Bu Türkiye’deki bir şirketin tek başına yapacağı bir iş değil, ortak çalışmalar gerekiyor, oradakilerin keşfi gerekiyor.

Ben şuna da üzülüyorum: Bir dünya starını taklit eden yerel bir starın, dünyada yer edebileceği konusunda emin değilim, mümkün değil gibi geliyor. Yani Rachid Taha diye bir adam var mesela. Cezayir’den çıkmıştır ama dünya starı olmuştur. Orası etnik bir yerdir. Bizden bir Michael Jackson taklidiyle çıkan bir adamın dünya starı olabileceğini düşünmüyorum.  Hem o kültür değiliz hem de komik kalabilir. Doğal etnik yapısında ama onlara da hitap edecek şekilde işlenmiş bir müziğin sahibi bir starı yaratabiliriz.

– Kim olabilir peki bu?

– O, duruşla da alakalı bir şey. Kim olabilir… Kim olabilir bir düşüneyim. Mesela Emrah olabilirdi. Taha olabildiyse o da olabilirdi. Ama ne olması lazımdı: Dünyada da bazı firmaların onu alması, işlemesi, çok çalışması, eksiklerini tamamlaması gerekiyordu. Ama bizim starlarımızın hedefleri genellikle Türkiye sınırlarıydı. Bu bir ar-ge çalışması gerektiriyor. İşlenebilecek materyali dünya kalıplarına göre doğru işlemek gerekiyor. Çünkü bir insan star doğar, sonrasında olmaz, yapamazsınız. Burada oluşan tüm starların dünyayı da fethetme şansı vardı demek oluyor bu aslında.

Türkiye’nin biraz da kendine çekidüzen vermesi gerekiyor. İlginç bazı olaylar var. Örneğin zamanında Universal Müzik, Türkiye’ye ciddi yatırımlar yaptı. Fakat ne oldu, kapattılar. Aslında orası Türkiye’den dünya starı çıkarmak için bir araç olabilirdi. Türkiye’de bulunan starlar dünyaya taşınabilecek isimler olacaktı ama firmanın yöneticileri bu durumu yok ettiler, kapandı. Biz bunu iyi değerlendiremedik. İyi bir üretim merkeziydi orası, çünkü sermaye dışarıdan geliyordu ve dünya standartlarında olmasına gayret ediliyordu. Eğer çökmeseydi diğer müzik firmalarını da belki Türkiye’ye taşıyacaktı.

– Öte yandan bizde ciddi bir korsan durumu var…

– Aynen… O dönemde de CD’ler bütünü ile tezgâhlardaydı, sokaklardaydı ve dolayısı ile Türkiye’yi yatırım yapacakları bir yer olarak da görmediler. Önce bizim kendimize çekidüzen vermemiz gerekiyordu. Ama biz o dönemde hep sahtecilikten yana gittik, doğru bir şey yapmadık. Bize sunmuş oldukları imkânı kullanamadık. Şimdi de Türkiye’ye korku ile yaklaştıklarını düşünüyorum. Hatta ben şöyle bir şey işittim: Amazon’dan CD sipariş ediyorsunuz. Türkiye’de korsana dönecek diye CD göndermiyorlar. Bunlar vahim durumlar ama ne yazık ki Türkiye’de konuşulmuyor. En başta kendimize saygımız yok.

– Fakat bunda biraz da korsana rağbet gösteren dinleyicinin de suçu yok mu?

– Kesinlikle var. Dünyanın bize bakışı şu an iyi değil, daha fazla çalışmamız gerekiyor. Meslek birliklerini desteklememiz gerekiyor. Bütün yayıncıların ve yayımcıların doğru çalışması gerekiyor. Türkiye’de radyolarda, otellerde, club’larda çalınan eserlerin telif yerlerine doğru şekilde ulaşması gerekiyor. Fakat bu telifler doğru şekilde ödenmiyor. Bu müziği bedava dinleyemeyiz. Biz hakları doğru dağıtmıyoruz, dinleyici de bu haklara bilinçli yaklaşmıyor; dolayısı ile zincirleme gidiyor… Çabalar var ve eskiye nazaran epey bir düzelme var. Bir süre sonra çok daha iyi olacağını düşünüyorum.

– Korsan yaygınlaştıkça albüm satışları da düştü… Bu durumda albümden kazanamayan sanatçılar, telif haklarına ağırlık vermiş olabilir mi?

– Telif haklarındaki gelişmeleri belli bir oranda buna bağlayabiliriz. Belki de kazançların düşmesi insanları telifleri doğru bir şekilde korumaya mecbur kıldı. Çünkü artık tek gelir kaldı; o da telif. Dolayısı ile herkes buraya gözünü dikti, doğru çalışmasını da istiyorlar. Şimdi mesela şarkıların üzerine bazı kodlar yerleştiriliyor. Bu kodlar takip edilebilen bir hale getiriliyor ve kodları çözebilen bazı bilgisayar ağları kuruluyor. İleride bunların takibi daha da iyi olacak, hangi şarkı nerede çalacak görebileceksiniz. Belki siz bilmiyorsunuz ama artık her şarkının içinde kod var. Plaka gibi düşünün bunu. Bunlar değişimler. Bakalım ileride neler olacak.

– Biraz hayal gücünüzü zorlayayım (: Hani bazı filmler vardır, geçmişte yaşanan bir olayda küçük bir parçayı değiştirdiğinizde gelecek de farklı biçimde şekillenir. Dünya tarihinden müzik isimli parçayı çıkartsaydık, ilkçağlardan bugüne insanlığı nasıl bir kader bekliyor olurdu?

– Ruhumuz gıdasız kalırdı (: Müzik sanatların en yücesidir. Çünkü elinizle tutamazsınız, güzünüzle göremezsiniz. Gözünüzü kapattığınız zaman sizi hayal dünyasına götürür. Büyüleyicidir müzik, ruhunuzu alıp başka bir yere götürebilir. Siniriniz bozulduğunda müzikle bunu düzeltebilirsiniz.

– Şiir yazabilirsiniz…

– Yemek yaparken dinlerseniz lezzetli bir hale gelebilir o yemek. O olmasaydı ruhumuzda derin boşluklar oluşurdu. Büyük bir eksiklik hissederdik. Kulaklarımızın üç boyutlu duyma özelliği vardır bu çok önemli, üç boyutlu görme şansımız yoktur mesela. Aparatlar gerekiyor bunun için. Müzik olmasaydı ben yine sanatla ilgili bir şeyin içinde olurdum, başka bir şey düşünemezdim.

– Siz ne tür müzikler dinliyorsunuz?

– Ben İngiliz kökenli çalışmaları, projeleri çok beğeniyorum. Amerikan üretimleri daha çok satışa yönelik buluyorum. Fazla ticarî bakış açısı değerleri yok etme tehlikesi taşıyabiliyor. İngiltere dünyayı müzikte bayağı bir salladı, iyi yapımlar bıraktı. Onun dışında alternatif işleri seviyorum. Takip ettiğim enteresan isimler de var. Örneğin Marc Bell’i ve Trevor Horn’u çok beğeniyorum. Yine değerli prodüktörler var. Hatta şu anda bir site var internette: www.recordproduction.com Birebir kişilerin nasıl çalıştıklarını, ürettiklerini vs. buradan görebiliyorsunuz.

– İlerisi için müzikteki hedefleriniz neler?

– Biz teknik anlamda dünya standartlarında ekipmana sahip bir stüdyoyuz. Her kaliteli cihazın peşinden koştuk ve dünya standartlarında bir stüdyo oluşturmak istedik. Teknik anlamda bir eksiğimiz yok gibi. Bu bizim için büyük bir güç oluşturuyor. Dünya normlarında bir çalışmayı bu stüdyodan çıkartmak mümkün. Yakın zamanlarda birkaç sürprizimiz olacak dinleyiciye. Güzel projelere imza atacak bir oluşum içine giriyoruz, kısa bir süre sonra görüşmeler neticelenecek. Biz üreteniz, satan değil ama üretip yolladıktan sonra devamı bizim için çok önemli.

– En son prodüksiyonunuz Pickpocket…

– Evet, Pickpocket’ı tamamı ile biz hazırladık. İrem Records dağıtımını yaptı. Safkan rock bir grup. Bu bizim ilk meyvemiz. Bunun devamında da rock başta olmak üzere enteresan müzikleri olan gruplara, sanatçılara açığız. Pickpocket’ın sahne performansını, oradaki enerjiyi birebir albüme taşımak istedik. Başarılı olduğumuzu düşünüyorum. İyi çalıyorlar, söylüyorlar, güzel de bir dinleyici kitleleri var. İki de klip çektik, ikinci albümü de hazırlamak istiyoruz.

– Kliplerin dinleyicinin hayal gücünü kısıtladığını düşünmüyor musunuz?

– Hayal gücünüzü biraz sınırlandırıyorsunuz doğru. Ben şahsen klip olayını çok fazla sevmiyorum. Sizin hayalinizde bambaşka bir yerdeyken şarkı, klibi izleyince şaşırabiliyorsunuz çünkü siz o eseri kafanızda bambaşka canlandırıyorsunuz. Kitap okurken aldığınız zevki, kitaptan uyarlanan filmde bulamamanız gibi bir şey. Ancak performans kliplerinde bunun olmadığını düşünüyorum ve rock kliplerinde bunu seviyorum. Görüntü müziğin destekçisi olmalı, köstekçisi değil.

– Sizde özel anılar bırakan şarkılar var mı? Mesela o şarkıların üretim aşamasından geçerken yaşanan ve dinleyicinin bilmediği enteresan hikâyeler…

– Mesela Umay Umay’ın enteresan bir anısı var. Düşmedim Daha isimli şarkının düzenleme çalışması vardı. Söz yazarı Mete Özgencil idi o şarkıda. Onunla ilgili enteresan bir detay var aslında. Zannediyorum Umay şarkının o bölümünde ses tonuyla bir uyumsuzluk yaşadı ve “Hadi Mete sen dene” demesiyle şarkı bir anda orada düet bir hal aldı. Bunu kimse bilmez, böyle düşünülmemişti, hepimize de sürpriz olmuştu.

Çok anı var daha böyle. İlk kez albüm kaydına giren şarkıcılar büyük şok yaşıyorlar mesela. Eline mikrofon alıp sahnede şarkı söylemeye benzemiyor bu. Stüdyo ortamı kişiyi bazen sıkıntıya sokabiliyor; çıplak sesine irkilebiliyor; teknik cihazlar korkutabiliyor. O ilk albüm sürecinde birçoğunun böyle bir sendrom yaşadığını gördüm. Stüdyoda her şey çok farklıdır; bu öğrenilmesi gereken bir süreçtir, duvardır; atlanılması gerekir. Çok ağlayanları gördüm mesela stüdyoda (:

– Kendi üretiminiz esnasında yaşadığınız şaşırtıcı bir şey var mı mesela?

– Elektronik müzikte çok fazla rastlantılar vardır. Örneğin Özlem Tekin’in “Paparazzi’’ isimli bir şarkısı vardı ÖZ albümünde. O albüm tamamen elektroniktir, canlı enstrüman yoktur. Özel bir efekt arıyordum ben ki bu samanlıkta iğne aramak gibidir. Şaka gibi, bir anda ‘’Paparazzi’’ diye bir insan sesi efekti çıktı ses araması sırasında tuşlardan. Özlem de şahittir şok olmuştuk. Albümde de bunu o şekilde yansıttık hatta.

– Son olarak, bu söyleşide cevaplamayı çok istediğiniz, ama size henüz sorulmamış bir soru var mı?

– Hayır yok, çok kaliteli ve güzel sorulardı. Anlatmak istediklerimi eksiksiz anlattığımı düşünüyorum, çok teşekkür ederim bu sorular için.

– Ben teşekkür ederim içten cevaplar için…  Söyleşi değil, keyifli bir sohbetti benim için de…

[button link=”http://www.fgulyanik.com/kose-yazilari/” color=”silver”] Köşe Yazılarına Geri Dön[/button]

 

No Comments

Bir Cevap Yazın