Nasıl anlatılır bu duygu hiç bilemedim…
Bazen anlamını kaybeder dünya ve ona ait her şey.
“Ona ait” diyorum, çünkü evet, ona aittir bizim sandığımız her şey.
Biz sadece geçici kullanıcılarızdır…
“Bu aygıt geçersiz bir işlem yürüttü ve kapanacak” tarzı mekanik söylemler aslında ne kadar geçerli bizim duygusal durumlarımız için…
İşimize geleni alır, gelmeyeni paşa gönlümüzce reddederiz, sokmayız içeri, biz biliriz işi…
Oysa o çok ahkam kesen aklımızı yöneten bazen sadece egolarımızdır ve bir bakmışızdır ki kendi gönül rızamız ile içeri aldıklarımız aslında asla almayacak olduklarımızdır.
Zaten kaos da orda başlar. Geçersiz bir işlem yürütmüş olmanın verdiği kapanma isteği… Lüzumsuz bir kaç telefon görüşmesi, boş kahve sohbetleri, ayak üstü dedikoduları, anlamı düşünmemek için geciştirilmiş bütün o anların hepsi…
Tek bir şeyden kaçıyoruz aslında. Tek bir şey… Hani es kaza bulursak, kaybetmekten korkacağımız bir şey. Hani o korkuyu yaşamaktansa hiç bulmamayı tercih edeceğimiz… Kendimizden bile sakındığımız ve kendimizi içine gizlediğimiz… Bir yanımızla var ederken, öbür yanımızla yok ettiğimiz. Bir taraftan hayalini kurarken, öbür taraftan kabusa çevirdiğimiz. O, en çok içimizde olup bitenlere tanık olan. En itip kaktığımız…
Bizler, “suç”u tanımlamakta zorlanırken, suçlu aramakta çok rahatız, ne tuhaf…
Yangından mal kaçırır gibi kaçırıveririz kendimizi aynaların önünden, yeter ki tanımsız hale gelelim ve uğraşmayalım.
Soyut-olmamışı, somut-yaşanmışa tercih ederiz. Ve onu yaşamaya kalkarız. Öyle ki yaşanmış da yaşanmışlığından habersiz hale gelir.
“Ah keşke daha çok zamanım olsaydı!” diye yakındığımız da vakidir. Nasıl bir kozmik bilinçtir ki; çocukların hiç kullanmadıkları ya da ihtiyaç duymadıkları bir şeydir zaman. Zamana neden ihtiyacımız var hiç düşündünüz mü? Akıp gidişine tanık bile olamıyoruz ki… “Zamanın akışına ayak uyduramıyorum” cümlesini ne kadar sıklıkla kullandığınızı düşünün.
Çocukların zamana ihtiyaçları yok çünkü onlar zaten zamanın kendisiler… Zamanın içindeler ya da içinden geçiyorlar… Ya da onunla eş zamanlı nefes alıp veriyorlar, aynı yönde ve sürede akıyorlar… Zamanı tanımlayacak kadar uzağında değiller yani bizler gibi. İnsanlar hep zamana yetişmeye çalışmaktan yakınırlar. Oysa zamanın ya ilerisinde ya gerisinde olmayı kendileri seçerler. Ve o akıp gider elbet, durup kendisini fark etmenizi bekleyecek değil ya…
Herakleitos “Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz” diye çok anlamlı bir söz söylemiştir. Aslında durum tam olarak da budur. Ya ordasındır ya da değil. “Bir gidip geleyim” diyemezsin yani 🙂
İşte o bahsettiğim kaçtığımız şey var ya… İşte o kaçma eylemi var ya… Zamanı birden çok parçaya, çeşitli evrelere bölen, kendi içimizdeki uyumu paramparça eden, benliğimizi çok katmanlı bir bilinmeze, gemici düğümü atılmış karanlık bir düşünceye sürükleyen o dürtü… Kendimizi boşuna bu kadar yoruyoruz kaçıp durarak… “Ol”maktan uzaklaşarak. Sadece “dur”up “bırak”amayarak…
Aslında bir ve tek olan, basit olan, anlamlı oluşu da bu basitliğinden gelen, doğal durumu ve akışıyla hiçbir şeye ihtiyaç duymayan kusursuz var oluşumuzu gölgeliyor o dürtü. Anlamı bölüyor ve bozuyor. Sadeliğin zerafetini, karmaşanın göz yoran şatafatına boğuyor. Adı “süslü” oluyor sonra ama “güzellik” başka bir şey… Hem de bambaşka!
2 Comments
merhebalar
gözel bloginiz var ellerinize sağlik
belkide dunya bizden kaçir…
belkide dunya bizi kullanir…
Your style is unique compared to other folks I have read stuff from. Many thanks for posting when you have the opportunity, Guess I’ll just bookmark this web site.